21 Aralık 2008 Pazar

Bizim için, İslamdan başka sınır da yoktur, vatan da..-2

*’Bîzâr oldum, bıktım müslümanlardan.. Amma, sığındım, müslümanlara...’

İqbal, ideali olan Pakistan’ın bugünlerini görseydi, herhalde yine, ‘Bıktım, bîzar oldum bu müslümanlardan..’ derdi.. Ama, o sözünü tamamlamamış; cümlesini şöyle bağlamıştı: ‘Ve yine de döndüm ve sığındım müslümanlara...’

Çünkü, müslümanlardan başka gideceği bir başka toplum yoktur..

İqbal’in bu serzenişlerinden, yakınma ve şekvâlarından özellikle Hind diyarındaki ulemâ da nasibini almıştır.. Çünkü, onların çoğunun ele aldığı konular genellikle şeriatin ruhuna kezzap döken, şekilci ve ‘niçin’i (hikmet’i) değil, ‘nasıl’ı düşünen bir ‘şekilci ve dar’ anlayıştır.. Onun için, onlardan şikayet etmektedir, İqbal.. Ve eleştirisi oldukça ağırdır.. ‘Ey âlimler, şeyhler, hocalar.. Allah sizden razı olsun, bize Kur’an’ı, İslam’ın temel kaynaklarını ulaştırdınız.. Amma, onları öyle bir tefsir ettiniz ki, Peygamber görseydi, şaşardı..’ der ve kızgınlığını devam ettirir: ‘Kâfirin dini, savaş düşünüp hazırlamaktır, bazı mollaların işi ise, fisebilillah fesaddır.. Çünkü, bugün nice mollalar var ki, kafir üreten bir mümin durumundadır..’!!

Evet, onlar yine mümindirler, ama, kafir üretmektedirler.. Bu ağır tesbitler tesbit üzerinde derinlemesine durulup düşünülmeli değil midir? Bu acıyı bugün de yaşamakta değil miyiz?
Bu gibi eleştirilerden, müslüman şair ve mütefekkirler de alırlar nasiblerini.. ‘Yazık ki, müslümanların şair ve san’atçılarının, yazarlarının beynine şarab kadehleri ve kadın, bir put gibi oturmuştur..’ diyen İqbal, bunları söylediği için, elbette ağır eleştiriler alır.. Ama, o, bu acı gerçeklerin birer feryad halinde dile getirilmesi gerektiğini düşünür ve ‘Müslüman, mâsivanın, kötülüklerin kölesi değildir, haksızlık ve fir’avunluk önünde başeğmez.. Hakk’ın itibarını halkın iltifatına fedâ etmez..’ der.. Çünkü müslümanın hayatından maksad, Allah’ın dinini yüceltmek demek olan ‘İlâ’y-ı kelimetullah’tır..

İlginçtir, Âkif’le İqbal, aynı dönemde yaşadıkları halde, birbirlerinden çok az haberdardırlar.. (Safahat’ta İqbal’in adı bir kere, Hindli filozof olarak bir kere geçmektedir..) Ama, yine de, konulara yaklaşımları bakımından, aynı yürek yangısına sahib oldukları görülür.. ‘Ne Hudâ’dan sıkılırlar, ne de Peygamber’den.. / Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden.. / Çekecek memleketin hali ne olmaz, düşünün!.. /Sayısız medrese var gerçi Buhârâ’da bugün../ Okunandan ne haber? On para etmez fenler.. /Ne bu dünyada soran var, ne de ukbâda geçer! / Udebâ doğrusu pek çok, kimi görsen şair: Şair.. / Yalınız, şi’rine mevzû, iki şeyden biridir: / Koca millet, edebiyatı ya oğlan, ya karı../ Nefs-i emmâre hizasında henüz duyguları!’

Evet, birbirinden habersiz olarak iki müslüman gönül adamının aynı dönemde, aynı dertlerden kıvranmaları, derdin bütün bünyeyi sardığını göstermesi açısından ilginç değil mi?

* Maksad, İqbal’i yüceltmek değil, onun pırlantalarından gönlümüze yansıtmalarda bulunmak..

Bu yazıyla, Muhammed İqbal’den hatasız, pürüzsüz, bir mütefekkir tipi oluşturmak istediğimiz sanılmasın.. Her insan gibi onun da hataları, yanlışları elbette olmuştur.. Ama, kalbinin samimiyeti, şiirlerinde billûrlaşmıştır; hattâ, düz yazılarında da.. Nitekim, İqbal’den, kendi laik emellerine, kendi eğrilerine delil bulmak için mısralar, sözler aktaranlar da olmuştur.. Ama, her güçlü şair gibi, onun terennümleri de pırlanta gibidir ve pırlantadan yansımalar da rengarenktir..

Pakistan Belucistanı’ndan bir müslüman âlimle İqbal üzerine konuşurken, İqbal’in geçmişte, Emanullah Khan gibi İslam düşmanlığıyla ünlü bir Afgan Şahı’na övgüler yazdığını söylemişti.. Doğruydu ve daha başkaları da vardı.. Ama, hele de ömrünün son yıllarına doğru daha bir net İslamî tefekkür merhalesine eriştiğini söylemek yanlış olmasa gerek..
Bunu söylediğim zaman, o zat, ‘Ama, ingilizler ona Sir (sör) gibi, çok az insana verilen bir asalet unvanını vermişlerdi.. Niye?’ demişti.. Hatırlanacağı üzere, ünlü ingiliz devlet adamı Winston Churcill’e de verilmişti, bu (Sir) unvanı...

Geçen yüzyılda da ingilizler bu unvanı, Hind müslümanlarının etkili isimlerinden ve amma, sonunda, büyük kitleleri ingiliz emperyalizmiyle barışıklığa ulaştırmaktan başka bir netice vermeyen eğitim faaliyetlerinin öncüsü Seyyid Ahmed Khan’a da vermişlerdi.. Ve de, o ‘Sir Seyyid Ahmet Khan’, bu unvanı gururlanarak kabullenmişti..
Gençlik yıllarında Seyyid Ahmed Khan’ın hareketine bağlı olan ve daha sonra ise, ondan kopan İqbal‘in ise, bu ‘Sir’ unvanını -reddetmese de- hiç kullanmamaması, bir şeyler ifade etmiyor mu?

*Sözü İqbal’in gerçekleşmeyen bir duasıyla bitirelim.. O, ‘Yâ Rab, bana Hicaz’lı sevgilinin (Hz. Peygamber’in) -Medine’deki- mescidinin minare gölgesinde bir mezar nasib eyle...’ demişti.. Bu arzu, ondaki aşkın ulaştığı son merhaleyi işaret etmektedir..

Gerçi, onun bu duası mustecab olmamıştır, ama, o bugün, Lahor’da Padşahî Camiî’nin minareleri dibindeki küçük türbesinde yatmaktadır..

Dünyamızdan ayrılışının 70 yıl arkasından, Muhammed İqbal’in bize verdiği çok ilginç, uyarıcı ve değerli mesajları olduğunu anlatmaya bu iki kısacık yazı vesile olmuşsa, hedefine varmış sayılır.. (Ona rahmetler dileyerek..

Kaynak:Selahaddin Eş Çakırgil.www.islammedya.com

Hiç yorum yok: