6 Ocak 2010 Çarşamba

BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER

ramocan.blogcu.com




Osman Yüksel Serdengeçti

"Muhterem Arkadaşlar;

Ben, öteden beri parti ve patırtılardan hoşlanmayan bir adamım. Parti denilince içimden bir şey kopar, bir şey parçalanır...

Ben CKMP'yi bir parti olmaktan ziyade, bir dostlar, arkadaşlar meclisi, bir İman ve fikir ocağı kabul ediyorum. Aranıza bu duygularla katılmış bulunuyorum. Hepinizi saygı ve sevgi ile selamlarım...

Aziz Arkadaşlarım:
Tarih boyunca, büyük milletimiz birçok buhranlı devirler yaşamış, badireler atlatmıştır. Fakat öyle sanıyorum ki, bugün içinde bulunduğumuz şartlar daha ağır, tehlikeler daha vahimdir. Eskiden, düşman karşımızda idi. Biz onu görüyor, biliyorduk. Düşman, bugün içimize girmiştir. Okullarımıza, üniversitelerimize, her türlü teşekküllerimize, hatta aile yuvalarımıza kadar girmiştir. Demokrasi, inkılâpçılık, sosyalizm kılığına bürünerek, suret-i Hak'-tan görünerek girmiştir. Bugün vatanımız bir uçtan bir uca, türlü tahrik ve tahrip merkezlerinin tesiri altındadır. Sağ-sol, ilerici-gerici, zengin-fakir, sünni-alevi, Türk-Kürt sloganlarıyla birlik ve beraberliğimiz parçalanmakta, perde arkasındaki kötü niyetler, şer kuvvetler, bu ayrılık ve nifakı teşvik ve tahrik etmektedirler. Milletin oyları ile iktidara gelen iktidarsız iktidarcılar, bu vaziyet karşısında şaşkın, düşkün, perişan bir haldedirler. AP maalesef bir iktidar partisi değildir. AP bir çoğunluk, yığın partisidir. Sandıktan çıktıkları milleti usandırmamak bir iktidarın en önde gelen vazifesidir.

Muhterem Arkadaşlarım:
Ezbere konuşmuyorum. Ben onların arasından, ben onların içinden geliyorum. Onların ne yaptıklarını biliyorum. Onlar suyu bulandırdılar, onlar milleti dolandırdılar.

Üç senedir mecliste bulunuyorum. Gördüğüm manzara kısaca şudur: Bir tarafta Süleyman beyin değnekçileri. Parmakçıları... Her şeye parmak kaldıranlar, diğer tarafta mukaddesata saldıranlar... Sol ekip: Her şeye parmak atanlar. Biri parmak kaldırıyor, biri parmak atıyor. Fakat yaranın üzerine parmak basan yok!

İşte biz, Türk Milliyetçileri, bu mukaddes çatının altında toplananlar, şahadet parmağımızı bu yaranın üstüne basıyoruz.

Arkadaşlar, Türk Milleti bir kurtarıcı bekliyor. Miller, bugün buhranlar, hüsranlar içinde çalkalanmaktadır. Biz, bu topraklar için, Malazgirt'ten bu yana kaç nesli birden harcamışız. Bir şehitler diyarı olan topraklar üzerinde. Bu topraklar için toprağa düşenlerin çocukları perişan, bakımsız, huzursuz bir haldedir.

Başbakan istediği kadar, temel ata dursun, Türkiye, Türk cemiyeti bugün temelinden sarsılmaktadır. Memlekette bir damla huzur kalmamıştır. Talebe yurtlarında bu milletin istikbalini ellerinde tutacak olan gençler, aynı toprağın çocukları birbirlerine saldırmakta, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Bir sürü izmlerin peşine takılı gençler, insanlar, fikri kurşunla susturmaya kadar işi götürmüşlerdir. Ama bugün iyice anlaşılmıştır ki bu memleketi inanmış, idealist, dinamik bir kadro kurtarabilir. Bu kadro CKMP kadrosudur. Bu milleti, ALLAH - Millet - Vatan yolunda yürüyenler bu uğurda anadan, babadan, yardan, serden geçmeğe hazır olanlar kurtarabilir.

Aziz kardeşlerim, Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de "İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz" buyuruyor. Biz inanıyoruz. O'na inanıyoruz. Hiç Ölmeyene, bitmeyene, tükenmeyene, ebedi olana inanıyoruz. Her türlü ikilikten ve nifaktan uzağız. BİZ, TANRI DAĞI KADAR TÜRK, HİRA DAĞI KADAR MÜSLÜMANIZ,
Varlığımızın, birliğimizin esası bu iki temel üzerinde yükseliyor.
Kardeşlerim;

İktisadi kalkınma: Evet...

Hayat seviyesi: Evet...

Barajlar, garajlar: Evet...

Bunların hepsi lazım. Fakat bize her şeyden evvel iman barajları lazım...

Kafalarının içinde sudan başka bir şey olmayan, sudan gelme, sudan adamlar bunu anlamıyorlar. Bir ayaklarını Hacı Bayram'a, bir ayaklarını Moskova'ya basarak milleti aldatmak isteyenlerin sonlan hüsrandır. Bir gün gelecek aklananlar uyanacak, aldatanlar cezalarını göreceklerdir.

Aziz arkadaşlarım; Biz bu vatanı, sıra dağları, uçsuz bucaksız ovalan, engin denizleri ile taze bir heyecan tufanı ile yeniden fethedeceğiz. Yeni bir "Basü badel mevt" olacaktır. Bunu imanlı bağırlar, dik seciyeler, eğilmeyen başlar, bu arkadaşlar, bu aslanlar yapacaktır. Bugün onların olabilir, yarınlar bizimdir.

Hepinizi tekrar sevgi ve saygı ile selamlarım."
Kaynak:http://umaykiz.blogcu.com/serdengectiler-yardan-gectiler/2617438

"Hak yolunda Bağrı Yanık Yolcular"

Hak yolunda bağrı yanık yolcularız.Yollar ki, her zaman insanlarla doludur.Fakat insan her zaman yolcu değildir.

Bizim yolculuğumuz ebedi bir yolculuktur...Bizler ebedi yolcularız!...Önü, sonu olmayanın,bitmeyenin, tükenmeyenin,göçmeyenin,çökmeyenin yolundayız!...Hak yolunda bağrı yanık yolcularız...

Biz bu yolda cefayı sefa, mihneti nimet bilen insanlarız.Bu yol, çetin bir yoldur...Bu yol sürülerin aktığı, vasıtaların rüzgâr gibi gelip geçtiği asfalt yollardan değildir!...Bu yol kıldan ince kılıçtan keskindir.Öyle, her kişinin kârı değildir bu yolda yürümek...Er kişinin kârıdır, bizler er kişileriz...

Allah'a giden bütün yollar, şer kuvvetler, kötü niyetliler tarafından tutulmuş.Bunu biliyoruz.Şerirler, zorbalar,zalimler,türlü maskeler,türlü sıfatlarla karşımıza durmak, bizi can evimizden vurmak istiyorlar.İnkılap diyerek, yirminci asır diyerek,ilim diyerek,teknik diyerek vurmak istiyorlar...

Onlar ne derlerse desinler,biz durmayacağız...Yürüyeceğiz...

Bu yolda yürürken istiklalimizden,istikbalimizden,hürriyetimizden her şeyimizden olacakmışız!...Hapishanelere düşecekmişiz...Eyvallah!...Eyvallah!...Hepsine, hepsine razıyız!...Biz ölümü göze almış insanlarız!...Ölümden ötesi var mı?"Urganda ölüm, yorganda da..." diyoruz!...Biz bu yolun,delisi divanesi, bu işin hastasıyız...Biz hak yolunda bağrı yanık yolcularız...

Yıllardır ve yıllardır, bizden olmayanların yüzünden ağzımız yandı,yüreğimiz yandı,başımız yandı,tabanımız yandı..Yandık gittik kül olduk!...

Aslı olduk,Kerem olduk,sıtma olduk,verem olduk!...Yıllardır ve yıllardır, onlar yediler,biz baktık,onlar dediler biz dinledik!Onlar yaşadılar, biz inledik!...

Yıllardır yıllardır, din için,iman için,canımızı cananımızı,bütün varımızı verdik.Onlar suyun öte tarafından geldiler:"Bu vatanı biz kurtardık,bu milleti biz yarattık"dediler...Sustuk...Hakiki yaratıcıya sığındık.

Ne kadar öldürürlerse o kadar yarattık, ne kadar yıktılarsa o kadar yaptık,ne kadar batırdılarsa o kadar kurtardık dediler...

Biz hakiki kurtarıcıya sığındık.

Biz hep sustuk.Ağzımızda dilimiz var,demedik...Onlar nutuk çektiler!Biz dert çektik,çile çektik!İçlendik,dertlendik!Aslı olduk, Kerem olduk, verem olduk...Derdimizi kimseye dinletemedik!Meramımızı kimseye anlatamadık!..."Yemen" olduk,çimen olduk,"Kore" olduk,yara olduk,"Fizan"olduk,ozan olduk.

Ne milletmişiz, biz de bilemedik?!...

Biz bu sırra eremedik.İyi bir gün göremedik...İçin için ağladık,yanık yanık söyledik...Kederimize kaderimiz dedik...Sustuk!...

Fakat sabrın da bir sonu vardı.Artık konuşuyoruz.Konuşacağız.Susmayacağız.Garip ve dertli Anadolu'yu dile getireceğiz.Biz onun davasıyla davalandık,sevdasıyla sevdalandık.Biz ondan bir parçayız.Artık bu aziz vatanı, bu garip milleti soysuzlara, dinsizlere,imansızlara teslim edemeyiz...

Soygunculara,vurgunculara istismar ettirmeyiz!...

Azimliyiz,kararlıyız!...

"Hak yolunda Bağrı Yanık Yolcular"
OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ
Kaynak:http://uveysiyim.blogcu.com/

20 Mayıs 2009 Çarşamba

ENGLISH QURAN Translations (İNGİLİZCE KUR'AN MEÂLİ)

ramocan.blogcu.com





يِاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْلَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ

Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir. (Enfal,29)











28 Aralık 2008 Pazar

ŞİMDİ HİCRET ZAMANI

Hicretin içinde öyle hakikatler gizlidir ki; ancak hicretin manasını yaşayan Müslümanlar anlayabilirler.
HİCRET; kaçış değil, bir direniş ve bir çözümdü. Resülullah’ın (asm) hakkı yaşayabilmek, hakkı anlatabilmek adına bir yol arayışıydı. Allah’ı, Kitabı, dünya ve ahiretin saadet esaslarını tebliğ edebilmek için bir çözüm arayışıydı.
Hicret, yıkılmamaktı, zalimlerin karşısında.
Kur’anî hükümlerin kıyamete kadar yaşanması ve yaşatılması için en tesirli ve en güzel yöntemdi.
Müşrikler istemiyor diye bu mukaddes dava bitecek miydi sanki?!
İnananlar az ve fakirdi belki, evet. Müşriklerse çok ve zengindiler. Fakat Allah düşmanlarının gözden kaçırdıkları önemli bir şey vardı: Rasulullah’ın (asm) davası; yerlerin ve göklerin sahibi olan Allah’ın davasıydı.
Mekke de Allah’ındı, Medine de. Mekke’de istenmeyen mü’minlerine, Allah elbet mülkünden bir başka yer açacaktı.
Peki inanmayanların haddine miydi Allah’ın mü’minlerini memleketlerinden etmek!? Onlar; “Emirlerime itaat etmezseniz, haydi hudud-u mülkümden elinizden gelirse çıkınız!” (96/33) fermanı geldiğinde hiçbir yere kaçamayacaklarını akledemeyenlerdi!
Allah’ın nimetlerini bir hırsız gibi gasbederek yiyip içen ama şükretmeyenler. Şükredenleri de hazmedemeyenler!
Allah zalimleri ihmal etmez, mühlet verir şüphesiz. Bilebilselerdi ki; yeryüzünde sadece bir nefesçik kalabilmek için Allah’ın sabrına, rahmetine ve inananlara muhtaç idiler.
Hicret; Allah’ın kendi davasına sahip çıkanlara mucizelerle dolu bir yardımıdır.
Aslında Allah’ın davasını sonlandıramayacaklarını en az müminler kadar biliyorlardı Allah’a savaş açanlar. İnatlarıyla vazgeçmedikleri zulümleri ise, müminlerin izzetlerine izzet, onların zilletlerine zillet için vardı.
İnkâr ehlinin sonlandırma sevdaları da müminlerin hicreti de sürecek kıyamete dek.
Terazinin bir kefesinde karanlık, vahşet, zulüm, diğerinde nur, şefkat, adalet.
Zulümkâr her bir hamle, müminler için yeni bir ibadet, yeni bir dua, yeni bir inayet olacak her zaman.
Mal ve rütbeleriyle aldananlar, güçlü olanlar (olduklarını sananlar) görmüyorlar mı ki asırlardır uğraş vermelerine rağmen devam etmekte bu Kurânî dava?!
Muhammedî ümmeti, yeryüzüne manevi ve mübarek bir yağmur kılmış Allah. Yerlerin ve göklerin ilâhı va’detmiş ki; Yeryüzünün su ve ziyası kesilme vakti gelene kadar bu Muhammedî yağmurdan insanlık yoksun bırakılmayacak!
Hicret eden Nebi’yi (asm) anlamak için;
HİCRETİ ANLAMAK LÂZIM.
Her Müslüman yaşamalı hicreti. Çünkü hicretin bir manası da; maneviyata, huzura, hakka hicrettir. Dünyaya âşık nefisten Allah’a müştak kalbe, batılın cerbezesinden hakka, sefahetten günahsızlığa yolculuktur hicret.
Maddiyatta boğulmuş efkârımızla, beşerî kanunlardan yorgun düşmüş yüreklerimizle, nefislerimizin heveslerinden perişan düşmüş kalplerimizle, günahlarımızın ağırlığından bîtap düşmüş ruhlarımızla, ahirzaman vurgunu müminler olarak bize de hicret zamanı gelmedi mi sizce?
Hulâsa; bir niyettir hicret. Aslında hicret Allah’a hicrettir.
Yıl: 622, bundan 1430 sene önce..
Rasulullah (asm) en sevdiği şehre, şehirlerin anasına, Mekke’ye Allah için veda ediyor.
Allah Resül’ü ve ashabı Medine yollarında.
Çünkü Allah HİCRETİ emrediyor.

Kaynak:Muhsin Meriç.

21 Aralık 2008 Pazar

Bizim için, İslamdan başka sınır da yoktur, vatan da..-2

*’Bîzâr oldum, bıktım müslümanlardan.. Amma, sığındım, müslümanlara...’

İqbal, ideali olan Pakistan’ın bugünlerini görseydi, herhalde yine, ‘Bıktım, bîzar oldum bu müslümanlardan..’ derdi.. Ama, o sözünü tamamlamamış; cümlesini şöyle bağlamıştı: ‘Ve yine de döndüm ve sığındım müslümanlara...’

Çünkü, müslümanlardan başka gideceği bir başka toplum yoktur..

İqbal’in bu serzenişlerinden, yakınma ve şekvâlarından özellikle Hind diyarındaki ulemâ da nasibini almıştır.. Çünkü, onların çoğunun ele aldığı konular genellikle şeriatin ruhuna kezzap döken, şekilci ve ‘niçin’i (hikmet’i) değil, ‘nasıl’ı düşünen bir ‘şekilci ve dar’ anlayıştır.. Onun için, onlardan şikayet etmektedir, İqbal.. Ve eleştirisi oldukça ağırdır.. ‘Ey âlimler, şeyhler, hocalar.. Allah sizden razı olsun, bize Kur’an’ı, İslam’ın temel kaynaklarını ulaştırdınız.. Amma, onları öyle bir tefsir ettiniz ki, Peygamber görseydi, şaşardı..’ der ve kızgınlığını devam ettirir: ‘Kâfirin dini, savaş düşünüp hazırlamaktır, bazı mollaların işi ise, fisebilillah fesaddır.. Çünkü, bugün nice mollalar var ki, kafir üreten bir mümin durumundadır..’!!

Evet, onlar yine mümindirler, ama, kafir üretmektedirler.. Bu ağır tesbitler tesbit üzerinde derinlemesine durulup düşünülmeli değil midir? Bu acıyı bugün de yaşamakta değil miyiz?
Bu gibi eleştirilerden, müslüman şair ve mütefekkirler de alırlar nasiblerini.. ‘Yazık ki, müslümanların şair ve san’atçılarının, yazarlarının beynine şarab kadehleri ve kadın, bir put gibi oturmuştur..’ diyen İqbal, bunları söylediği için, elbette ağır eleştiriler alır.. Ama, o, bu acı gerçeklerin birer feryad halinde dile getirilmesi gerektiğini düşünür ve ‘Müslüman, mâsivanın, kötülüklerin kölesi değildir, haksızlık ve fir’avunluk önünde başeğmez.. Hakk’ın itibarını halkın iltifatına fedâ etmez..’ der.. Çünkü müslümanın hayatından maksad, Allah’ın dinini yüceltmek demek olan ‘İlâ’y-ı kelimetullah’tır..

İlginçtir, Âkif’le İqbal, aynı dönemde yaşadıkları halde, birbirlerinden çok az haberdardırlar.. (Safahat’ta İqbal’in adı bir kere, Hindli filozof olarak bir kere geçmektedir..) Ama, yine de, konulara yaklaşımları bakımından, aynı yürek yangısına sahib oldukları görülür.. ‘Ne Hudâ’dan sıkılırlar, ne de Peygamber’den.. / Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden.. / Çekecek memleketin hali ne olmaz, düşünün!.. /Sayısız medrese var gerçi Buhârâ’da bugün../ Okunandan ne haber? On para etmez fenler.. /Ne bu dünyada soran var, ne de ukbâda geçer! / Udebâ doğrusu pek çok, kimi görsen şair: Şair.. / Yalınız, şi’rine mevzû, iki şeyden biridir: / Koca millet, edebiyatı ya oğlan, ya karı../ Nefs-i emmâre hizasında henüz duyguları!’

Evet, birbirinden habersiz olarak iki müslüman gönül adamının aynı dönemde, aynı dertlerden kıvranmaları, derdin bütün bünyeyi sardığını göstermesi açısından ilginç değil mi?

* Maksad, İqbal’i yüceltmek değil, onun pırlantalarından gönlümüze yansıtmalarda bulunmak..

Bu yazıyla, Muhammed İqbal’den hatasız, pürüzsüz, bir mütefekkir tipi oluşturmak istediğimiz sanılmasın.. Her insan gibi onun da hataları, yanlışları elbette olmuştur.. Ama, kalbinin samimiyeti, şiirlerinde billûrlaşmıştır; hattâ, düz yazılarında da.. Nitekim, İqbal’den, kendi laik emellerine, kendi eğrilerine delil bulmak için mısralar, sözler aktaranlar da olmuştur.. Ama, her güçlü şair gibi, onun terennümleri de pırlanta gibidir ve pırlantadan yansımalar da rengarenktir..

Pakistan Belucistanı’ndan bir müslüman âlimle İqbal üzerine konuşurken, İqbal’in geçmişte, Emanullah Khan gibi İslam düşmanlığıyla ünlü bir Afgan Şahı’na övgüler yazdığını söylemişti.. Doğruydu ve daha başkaları da vardı.. Ama, hele de ömrünün son yıllarına doğru daha bir net İslamî tefekkür merhalesine eriştiğini söylemek yanlış olmasa gerek..
Bunu söylediğim zaman, o zat, ‘Ama, ingilizler ona Sir (sör) gibi, çok az insana verilen bir asalet unvanını vermişlerdi.. Niye?’ demişti.. Hatırlanacağı üzere, ünlü ingiliz devlet adamı Winston Churcill’e de verilmişti, bu (Sir) unvanı...

Geçen yüzyılda da ingilizler bu unvanı, Hind müslümanlarının etkili isimlerinden ve amma, sonunda, büyük kitleleri ingiliz emperyalizmiyle barışıklığa ulaştırmaktan başka bir netice vermeyen eğitim faaliyetlerinin öncüsü Seyyid Ahmed Khan’a da vermişlerdi.. Ve de, o ‘Sir Seyyid Ahmet Khan’, bu unvanı gururlanarak kabullenmişti..
Gençlik yıllarında Seyyid Ahmed Khan’ın hareketine bağlı olan ve daha sonra ise, ondan kopan İqbal‘in ise, bu ‘Sir’ unvanını -reddetmese de- hiç kullanmamaması, bir şeyler ifade etmiyor mu?

*Sözü İqbal’in gerçekleşmeyen bir duasıyla bitirelim.. O, ‘Yâ Rab, bana Hicaz’lı sevgilinin (Hz. Peygamber’in) -Medine’deki- mescidinin minare gölgesinde bir mezar nasib eyle...’ demişti.. Bu arzu, ondaki aşkın ulaştığı son merhaleyi işaret etmektedir..

Gerçi, onun bu duası mustecab olmamıştır, ama, o bugün, Lahor’da Padşahî Camiî’nin minareleri dibindeki küçük türbesinde yatmaktadır..

Dünyamızdan ayrılışının 70 yıl arkasından, Muhammed İqbal’in bize verdiği çok ilginç, uyarıcı ve değerli mesajları olduğunu anlatmaya bu iki kısacık yazı vesile olmuşsa, hedefine varmış sayılır.. (Ona rahmetler dileyerek..

Kaynak:Selahaddin Eş Çakırgil.www.islammedya.com

17 Aralık 2008 Çarşamba

GEÇMİŞİMİZİN AYDINLIĞI ÖNÜMÜZÜ AYDINLATIYOR

Bugünlerde Müslümanlar üzerinde oynanan oyunların, bazı kardeşlerimizi ümitsizliğe kadar götürdüğüne şahid oluyoruz. Böyle bir hal bize asla yakışmaz dostlar. Biz Müslümanız, asla Rabbimizden ümid kesemeyiz.

İster misiniz, sizlere ümitlerini asla yitirmeyenlerin hayat hikayelerinden bir bölüm aktarayım.

Ali Ulvi Kurucu bey, “Gecelerin Gündüzü” adlı eserinde ibret ve ümit verici bir hadiseyi anlatıyor:

1970’li yıllardan birinde, Endonezya’nın eski Başbakanlarından Dr, Muhammed Nasır, Medine-i Münevvere’ye gelmişti. Kaldıkları Medine Otelinde kendilerini ziyaret etmiştim. Selamlaşmamızdan sonra ilk sordukları sual şu olmuştu: “Bu sene de Türkiye’den hacı var mı?”

Var, elhamdülillah, demem üzerine: “Acaba adedi ne kadar?” diye sordular. Yüzelli bin, dedim, “Yüzelli bin mi?” diyerek, ağlamaya başladılar ve derhal odasındaki serili seccadesinin üzerine secdeye kapandılar.

Bu manzara karşısında hayretler içinde kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Çünkü büyük devlet adamı üstad, secdede ağlıyordu... Hıçkırıklar sesini boğmuş, ne dediği anlaşılmıyordu. Secdeden kalkıp da yerlerine oturduklarında, kendilerine şöyle demiştim: Efendim, verdiğim haber, zat-ı devletlerini çok heyecanlandırdı. Bugün sizi her zamankinden daha hisli buldum. Acaba bu hassasiyetinizin sebebini öğrenebilir miyim?

Büyük insan, derin mânâlarla dolu bir “ah!” çekerek, şu şekilde cevap verdi:

Aziz dostum! Bundan evvelki görüşmelerimizde zat-ı ehlinize anlatmıştım ki, ben Lozan Muahedesi’ni çok iyi bilen bir diplomatım. O muahedenin hedef-i aslisine göre Müslüman Türk bugünleri görmeyecekti. Çünkü Türkiye’nin başını yemek için İngiliz Murahhas Hey’eti Reisi Lord Curzon’un başkanlığında-kî kuzgunlar, Türkiye’nin Hıristiyan olması gerektiğini teklif ediyorlar ve Türk hey’etini, bu ağır teklifi kabule zorluyorlardı Şayet bu teklif Müslüman-Türk milletinde şiddetli tepkilere mâruz kalırsa, Türkiye’nin “laik” bir devlet olmasını ve bunun da Rusya’dakinden daha sert bir şekilde tatbik edilmesini ısrarla teklif ediyorlardı. İşte o tarihden itibaren Türkiye’deki bazı kanun, nizamname ve tamimlerde, hep bu menhus teklifteki iman suikasdının icra ve ifâsını hedef alan te’sirler müşahede ediliyordu.

Bütün bunlardan maksad, Müslüman Türk’ü temsil eden Türk devletini, İslâm âleminden herşeyiyle koparmak idi. Türkiye, gerçek dostlarına baş olmayı reddederken, dost görünen düşmanlarına kuyruk olmaya zorlanıyordu. Lakin düşman bu, gün olur, belki kendilerine kuyruk olmasını da kabul etmezler... Laiklik ise Batı dünyasında olduğu gibi din ve vicdan hürriyeti mânâsına değil de, âdeta din aleyhtarlığı şeklinde kabul edildi.

Siz, bu sene Türkiye’den yüzelli bin hacı gelmiş deyince, Allahü Zü’l Celâl’in, bu insanlar üzerindeki kahır sultasının ihtişamlı tecellisi karşısında sevinç gözyaşlarımı tutamadım. Demek, yıllar yılı bir tek Müslümanı dahi Hac farizasını ifaya göndermeyen Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, yüzelli bin hacıya pasaport verecek, dövizlerini te’min edecek ve onları kendisinin te’min ettiği vasıtalarla Hac’a gönderecek ha!?. Bu ne azametli tecelli sahnesidir, Ya Rabbi!.. Ben, Senin zâlimleri saraylarının enkazı altında boğan kahır kudretinin karşısında nasıl yerlere serilmem ve secdelere kapanmam?.. Sen ne büyüksün! Ne ulu’sun!.. Ne Halîm’sîn!.. Ne Latifsin, Allah’ım!.. Cemalin güzel olduğu gibi Celâlin de güzeldir. Celâlin olmasa, Cemâlini müşahede imkanı bulamayız. Zâlimlerin ceberûtu bize nefes aldırmaz, Herşeyin kemali Sen’de olduğu gibi, Cemâli de, Celali de Senindir.

Büyük ve kahraman ecdadınız İslâm uğrunda o kadar ihlas ve samimiyetle kan dökmüş ve can vermiştir ki, şehid olurken, yaralı kalbini Allah’ına açarak, şu yanık ifadelerle niyaz etmiştir:

“Allah’ım! Evlad ü ahfadımın imanı Sana emanettir. Onların manevî varlığını Senin Cemâline tevdi ediyorum. Zira bütün ruhumla inanmış bulunuyorum ki, Senin hıfz-u emanetine tevdi edilen bir emanet, asla zayi olmaz...”

Kaynak:Mevlüt Özcan.www.habervaktim.com