27 Kasım 2008 Perşembe

DİN,AVRUPA İÇİN BİR AFYONDUR...

Şato kiliseye dayanıyordu, kilise nass’a. Batı’nın düşünce tarihi akılla naklin mücadelesi tarihi. Nakil, imtiyazların kalesiydi. Üçüncü sınıf, bu asırlık kaleyi aklın dinamitiyle tahrip etmedikçe hürriyete kavuşamazdı. Hıristiyanlık, eski toprak köleleri için karanlık bir mahpesti, maddecilik vaat edilen toprak; din zilletti, dinsizlik haysiyet.



Burjuvazi iktidara geçer geçmez kiliseyle nikah tazeledi; kiliseyle yani nass’la. İmtiyazlarını koruyacak bir hisardı nass. Şimdi, aklın bayrağını omuzlamak yeni bir içtimai sınıfa düşüyordu, en yoksul, en kalabalık sınıfa.



Mekanist maddecilik, yükselen burjuvazinin kavga silahıydı; diyalektik materyalizm dördüncü sınıfın kavga silahı oldu. Birincinin görevi feodaliteyi yıkmaktı, ikincinin kapitalizmi. Din, Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi. Avrupa’nın tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. Osmanlı için şuurdur din, tesanüttür, sevgidir. Osmanlı toplumu insan haysiyetine ve inanç birliğine dayanır. Hegel belki haklı: tarih tezatlar içinde gelişir. Osmanlı’nın tezadı Avrupa’dır. Batı’da maddecilik batılın hisarlarını yıkan bir dinamit, hür düşüncenin dinamiti; Osmanlı İmparatorluğu’nda maddecilik bir kendi kendini tahrip cinneti.



Avrupa, Osmanlı ülkesine papaz ihraç eder. Hıristiyanlığa davet için mi? Ne münasebet. Tek emeli, Osmanlı’yı dinsizleştirmektir. Dinsizleştirmek, yani etnik bir toz haline getirmek.



Bir kelimeyle: dinsizlik, Batı’nın yükselen sınıfları için ne kadar hayırlıysa, bizim için o kadar meşumdur; onlar için ilerleyiş, bizim için çözülüş ifade eder.
Osmanlı fazla ciddi ve vakurdu. Batı'da kendi susuzluğunu giderecek eserler arıyordu. Tabiatıyla bu, Tanzimat'ın başarısızlığıyla birlikte son buldu. Ondan sonra Batı'nın bu çeşit eserleri karşısında daha az tecessüs gösterdik. Daha çok romana, hikâyeye yani vakit geçirmeye daldık. Ben öyle sanıyorum ki büyük fikir buhranımızın kaynaklarından biri de bu siyasî irfan eksikliğidir.

1960'lardan sonra Türkiye'yi salgın bir hastalık gibi istilâ eden Marksizm, anarşizm, komünizm vs. gibi izm'ler, doğrudan doğruya siyasî irfanımızın yokluğundan faydalanmışlardır. Biz Batı'yı bütün olarak tanımadık. Tanzimat devrinde tanımak istemiştik. Bizim dikkatimiz Batı'nın sadece dikenlerine yapraklarına takıldı. Yani ağaçla meşgul olmadık. Ormanla hiç meşgul olmadık. Rüzgârın tesadüfen önümüze serptiği birkaç kuru yaprakla uğraştık. Bir kelime ile günümüzün insanı, günümüzün en entelektüeli Şark'ı de Garb'ı da tanımayan acayip bir mahluktur. Bu boşluğu doldurmak için elbette ki izm'lere ihtiyaç vardı. Marksizm bütün sahte cazibesi ve sahte ilimciliğiyle kafaları istilâ etti.


Evvelâ insan düşüncesi bir bütündür. Asya ile Avrupa insan beyninin iki yarım küresidir. Asya'yı tanımadan Avrupa'yı tanımaya, Avrupa'yı tanımadan Asya'yı tanımaya imkân yoktur. Biz Asya ile yani kendimizle meşgul değiliz. Tarihimizi unuttuk, dilimizi unuttuk, irfanla alâkamız kalmadı. Fakat buna mukabil Batı'yı da tanımadık. Bu şekilde tefekkür olmaz. Gerçi ecdadımız, Fatih'ten itibaren daha doğrusu Selçuklulardan itibaren düşünceyi bir bütün olarak almışlar, insanla devlet arasındaki münasebetleri dikkatlerine tevcih etmişlerdir. Fakat bu son zamanlarda, bilhassa Servet-i Fünun devrinden itibaren unutulmuştur. Biz Avrupa'nın pisliklerini, mülevvesatını, adiliklerini alan, adeta hastalıklarını ithal eden bir kumpanya haline girdik.


Elbette ki irfan, kendini tanımakla başlar. Fakat kendini tanımak formülü son derece kucaklayıcı bir formüldür. Kendini tanımak için çevreyi, dünyayı da tanımak mecburiyetindedir insan. Biz kimiz, nasıl bir tarihten geldik, hangi kavgaların neticesinde bu hale geldik. Kendini tanımak düşmanını da tanımaktır. Düşman veya dost Batı, Rönesans'tan beri tefekkürde büyük merhaleler almış, büyük fetihlerde bulunmuş, büyük keşifler yapmış bir insan topluluğudur. Düşman olarak da tanımak mecburiyetindeyiz, dost olarak da... Çünkü dünyada yalnız yaşamıyoruz. Bu itibarla sadece kulağımıza üflenen formüllere bağlı robotlar haline gelişimiz siyasî kültürümüzün eksikliğinden kaynaklanmaktadır. İtiraf ederim ki üniversitelerimizde de ciddi bir siyaset kürsüsü yoktur. Hiçbir kitap hazırlanmamıştır.Cemil Meriç: Çok mühim bir yaraya parmak bastınız. Evvelâ sunu kabul etmek lâzım: Tedbirin de terbiyeye ihtiyacı vardır. Biz gelecek nesillerin iyi yetişmesi için evvelâ kendimizi iyi yetiştirmeliyiz. Marksizm'e karşı en iyi ilâç yine izm'lerdir. Düşünceyi bir bütün olarak almak ve izm'leri bu bütün içinde görmek mecburiyetindeyiz.

Hepimizin siyaset literatürü son derece sığdır. Evvelâ siyaset adamlarını, hocaları yani aydınları terbiye etmek lâzım. Türkiye siyasetin içine kendi insiyatifiyle değil adeta sürüklenerek girmiştir. Çünkü hepimizin bilgisi sığdır. Evvelâ biz aydınların terbiye edilmesi lâzımdır. Bu şuur aydınlar katında gerçekleştikten sonra nesilleri şuurlandırmak daha kolaydır. Evvela aydınların şuurlanması lâzım. Buyurduğunuz gibi halkın arasında "darb-i mesel" adı altında, adeta afyon gibi yutturulan bir nevi slogan edebiyatı, evet politikayla alâkalıdır; fakat politika ilmiyle alâkalı değildir. Bunlar kalabalığı düşünmekten alıkoyar. Birçok sömürücünün, politika esnafının ekmeğine yağ sürer. Bir nevi teslimiyet telkin eden bu sloganlarla mücadele etmek gerekir. "Suya sabuna dokunma" gibi sloganlar elbette bizim dünyamızın mahsulü değildir. Bunlar teslimiyet ve acz ifade eder.Kaynak:Cemil Meriç.www.cemimeric.net

Hiç yorum yok: